ANKARA-ÇAMLIDERE-İNCEÖZ KÖYÜ
   
  Ankara-Çamlıdere-İnceöz Köyü-Koca Harman
  8-KÖY EVLERİMİZ GEZEK GELENEĞİ
 
OSMAN KESKİN İLE SOHBET ŞÜKRÜ MUSA DAYININ EŞİ ASİYE EBENİN HATIRA KALAN SOHBETİ ANLATTIĞI MASAL
OLMASI GEREKEN, FAKAT UÇUP GİDEN AİLE TERBİYEMİZ
Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:
"-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!.."
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce:
"-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!.." dedi. 
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
"-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah!" dedi.
Evin gelini:
"-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer." dedi. Yaşlı kadın:
"-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır."
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı: 
"-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!.." dedi.
Yaşlı kadın söze başladı:
"-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!.."
Torunu: 
"-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!" dedi.
"-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi. Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı. Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı.. 
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı."
Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.
"-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...
Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla... Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.
Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde... Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.
Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı. Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!.." dedi gelinine... Leylâ mahcup bir şekilde: 
"-Evet anneciğim." diyebildi.
Torunu:
"-Babaanneciğim, şimdi Facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!.."
"-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?"
"-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar..."
"-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler çırılçıplak kaldı desene..." dedi gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:
"-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada... Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Utanma, hayâ, îmandan bir şûbedir. Bakın size, benim annemin anlattığı bir hikâyeyi anlatayım. Hikâye dedimse, adı hikâye... Aslında bir hadîs, hadîs-i kudsî hem de... Yani mânâsını Allâh'ın Peygamber Efendimize haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin kendi sözleriyle ifade ettiği bir hadis...
Bu hadîs-i kudsîye göre:
"Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ı yarattığı vakit Cebrâil aleyhisselâm ona üç hediye getirdi: İlim, hayâ, akıl. Ona dedi ki: «Ya Âdem!.. Bunlardan dilediğini seç!..» 
Âdem aleyhisselâm aklı tercih etti. Cibrîl aleyhisselâm hayâ ve ilme, makamlarına dönmelerini emretti. Hayâ ve ilim dediler ki:
"-Biz, âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) hep beraber idik. Birbirimizden aslâ ayrılmayız. Ruhlar cesetlere girdikten sonra da aynı şekildedir. Ve akıl nerede olursa, biz ona tâbî oluruz.
Cibrîl aleyhisselâm da öyle ise yerlerinize yerleşin!.." diye emretmekle akıl dimağda, ilim kalpte, hayâ da gözde yerleşti."
İşte bu hadîs-i kudsîde de anlatıldığı gibi, hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak..."
Gelini: 
"-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı." dedi.
Torunu kaşığı sessizce bırakıp: 
"-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!" dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti.



 KÖYÜMÜZDE HAYVANCILIK VE GEZEK  SIRASI                        
   Eskiden köyümüzde hayvancılık en önemli geçim kaynağıydı. Her evin ineği, eşeği, koyun ve keçisi olurdu. Hayvancılık hem ihtiyaçları karşılamak hem de geçim sağlamak gayesiyle yapılırdı. İnek, koyun ve keilerin sütü gıda olarak kullanılırdı. Hayvansal ürünler temel gıda maddeleriydi.Süt, sütlaç, sütlü çorba, yoğurt, ayran, tereyağ, basma keş gibi gıdalar her evde yapılır ve günlük olarak kullanılırdı. Tereyağda keş kızartması müthiş koksuyla çok lezzetli olurdu. Torba yoğurdu şimdiki süzme yoğurt demekti. Haftada bir iki sefer turfan çalkanırdı. Köyde birkaç kişi yayık kullanabilirdi. Eski tokmaklı yayıkları.
   Hayvanların bu ürünlerinden başka, yün ve tiftikleri de paraydı. Sıkışıldığı zaman güreş pazarında satılan bir iki davar nakit ihtiyacını fazlasıyla sağlardı. Kesilen hayvanların derisi para, büyüyen yavruları para demekti.
    Hayvancılık iyi de bakımı ve gütmesi zordu. Her evden biriki kişi akşama kadar hayvanlarla uğraşmak zorundaydı. Köylümüz ve insanımız buna da bir çare bulmuş. Gezek sırasını icat etmişti. Her gün iki veya üç evden birer kişi sırayla köyün sığırını güderdi. Ertesi gün sırası gelen iki veya üç eve sıra gelirdi. Bu gezek sırası sırayla köyü dolaşırdı. Onbeş yirmi günde bir gezek sırası gelirdi. İlk baharda buzağıların da gezeği olurdu. Buzağıların annelerini emmemesi için. Sığır gezeğine yetişkin kişiler gider, buzağı gezeğine de çocuklar giderdi.
  Sabah köyün sığırı yukarıda resmi görülen yere salınırdı. Gezek çobanları buradan sürüyü toplar götüreceği yere götürür, yayıltır ve akşama köye geri getirirdi. Akşam anne ve babaların gözleri sığırların karınlarında olurdu. İyi doymuşlarmı? Yoksa köye aç mı getirilmişler diye bakarlardı. Sığırların karnı iyi doyunca çobanlar övülürdü. İyi doyurulmayınca da eleştirilirlerdi.
  Çobanların hepsi canla başla çalışılardı. Köylülerimiz çok ahlaklı ve terbiyeli oldukları için görevlerini savsaklamazlardı. Köyümüzde herkes terbiye ve nezaket kurallarına riayet ederdi.
  Köyümüzde hep gezek olmazdı. Bazen çoban tutulduğu da olurdu. Çobanlara her evden bir kişi yardımcı olduğu olurdu. Çobanlar sığır başına bir ücret alırlardı. Bu ücretin buğday olarak ta ödendiği olurdu. Buğday şeklinde ödemeye hak denirdi.....
 ÇİTEN NEYE DENİRDİ?
   İşte size bir köy sorusu. Köyde yaşamayanlar bu soruyu kolay kolay bilemezler. Yeni doğan buzağılar annelerinin yanında yatırılmazlardı. Annelerinin yanında yatınca , ezilme, süsülme tehlikesi ile karşı karşıya kalırlardı. Buzağıların kaza ile ölme tahlikeleri olurdu. Bunların önüne geçmek için ahırın bir bölümüne buzağılar için bir bölme yapılırdı.Bu özel bölmeye çiten denirdi. Küçük buzağılar, kuzu ve oğlaklar bir müddet çitende kalmak  zorunda kalırlardı....




Sultan Mahmud’la Hintli Köle.
 
Gazneli Sultan Mahmud, Hintliler’le savaştı. Elde edilen ganimetten, payına Hintli bir köle düştü.
Sultan bu köleyi, oğlu gibi kabul etti. Makam verdi. Ordunun başına kumandan tayin ederek. Tahtının da vârisi olduğunu bilrirdi. Bütün bu ihsanlara rağmen, o köle hep hüzünlüydü. Gözlerinden yaş eksilmiyordu. Sultan dayanamayıp bir gün sordu:
 
”Ey kutlu çocuk! Bunca devlete, şerefe rağmen neden ağlıyorsun?” Hintli köle şöyle cevap verdi:
”Çocukluğumda annem bana kızdığı zaman şöyle beddua ederdi:
‘Allah seni Sultan Mahmud’un eline düşürsün.’ Annemin bedduasını duyan babam da, ‘Hanım, yazıklar olsun sana,çocuğuna edecek başka beddua mı yok? En kötü bedduayı yapıyorsun. Böyle beddua edeceğine, 100 kılıç darbesiyle ölmesini istemen daha iyi’ diyerek anneme kızardı. Onların bu konuşmalarından dolayı sizi, cehennem huylu ve zalim biri olarak düşündüm hep.Bana lutfettiğiniz bunca ihsanı, sizin kereminizin büyüklüğünü keşke annemle babam da görebilseydi. Bundan dolayı hüzünlenerek göz yaşlarımı tutamıyorum.’‘










                                 YAYLADAN İNİLMİŞ
 İnceöz’de yine güzel bir yaz başlıyordu. Yayladan inilmiş, sadece son yaylacılar kalmıştı. Köy çok kalabalıktı. Sadece erkelerden bir kısmı Ankara’da kazanmadaydı. Bazı erkekler güz işi için köye gelmişti. Son yayla da birçok kadın kalmıştı. Yayladan önce öküzler inerdi. Öküzler biçilen otları samanlığa çekmek için diğer sığır ve davarlardan ayrıcalıklı olarak erkenden köye inerdi. Köy arazisinde ekili birçok tarla, bostan, bahçe olduğundan, tarlalar biçilmeden davar ve sığır köye inmezdi. Onlar ekinler biçilince inerlerdi.
 Son yaylada kalan bir kadın, birkaç komşunun sığırına da bakardı. Davarı çok olan her evden mutlaka son yaylada kalan olurdu. Son yaylacı nenelerin yanında sığır çevirmeye, odun getirmeye işlere yardımcı çocuklar da kalırdı. Bir başkasının sığırlarını yanında koyan, ona bakıveren kişi karşılığında, onların ineğinin sütünü, yoğurdunu alırdı. Son yaylada kalan kadınlar yağ biriktirirdi. Son yaylada üç kabak, beş kabak yağ biriktirdim derlerdi. Kabak diye üç beş kiloluk ağda kutularına denirdi. Bu ağda kutularına tuz da konulur ve tuz kabağı denirdi. Ama asıl tintin kabağı veya süs kabağı dediğimiz bir kabak ekilir bu kabağa yağ ve tuz konurdu. Bunun işini gören kasnak şekilli ağda kutularına da bundan dolayı kabak denirdi.
 Yayladan inenler hemen evlerinin civarından ot biçmeye başlarlardı. Buna ota girme derlerdi. Yahşihanlı ota girmiş, Pelitçikli ota yarın girecekmiş gibi haberler dolaşırdı. Ota girince de yakınlardan uzaklara doğru ot biçilirdi. Daha sonraları fiylere girilirdi. Arpa ve ekinler biçilince harmanlar sürülürdü. Ekinler biçilince arazide davar ve sığırın gezmesi kolaylaşacağı için son yayladan inilirdi.
 Her zamanki gibi ota girilmişti. Kazanmadakilerin bir çoğu köye gelmiş güz işlerine başlamıştı. Dedenin Ömer de köye gelmişti. Ankara’ya yerleşen Ömer dayı ekilen tarlarını biçip tarhana bulgur yapıp tekrar şehre dönecekti. Abisi Dedenin Hüseyin birkaç sene önce yeni ev yapmıştı. Onun maddi durumu iyiydi. Çiftlikte çalışıyordu. Maaşlı idi. Hanımı Hatıp Eminesi de davarlara bakıyordu. Çocukları Kamile, Aziz, Fatma ve Hacanım da ufak tefek işlere yardımcı oluyordu.
 Dede Dayı’nın eski evinde oturan Ömer dayı bir ay kadar kalıp geri giderdi. Kendisi Kara Yusuf ile manavlık yapardı. Kara Yusuf Seyrek Ebe’nin oğluydu. Ömer dayı köy işlerini bitirip hemen geri dönmeliydi. Sabah erken kalkıp namazdan sonra, eşi Durkız ile hemen çalışmaya giderdi. Erencük ve Güvemliderede tarlaları vardı. Buralar evlerine yakındı. Bazen çocukları da yanlarında götürürlerdi. Giderken azık ve su da götürürlerdi. Çocuklar orada oynarlardı. Eriklerin gölgesinde otururlar, oyun oynarlar, yaramazlık yaparlardı. 
Radyodan türkü dinleme,çocukları kontrol ve  bağırmalar ile tarlalar biçilirdi. Erencüğün Daşkapı tarafı Ömer dayının idi. Peçenek tarafı da abisi Hüseyin’in idi. Bezen fiy, bazen buğday ekilirdi. Bağa gelip geçenler elma armut verirlerdi. Akşama kadar çalışılır, yorgun argın eve dönülürdü. Akşam yemekleri yenince yorgunluktan gözlere ağırlık çökerdi. Yatsı ezanı dinlenir, okununca hemen yatsılar kılınır ve yatılırdı. Erken yatılınca uykular iyi alınır, sabah namazından önce kalkılırdı. Annelerimiz erkenden suya gider, namazlarını kılar, yemeği hazırlarlardı. Yemekler erkenden yenir ve işe koşulurdu.
 
 Köyümüzün işleri birbirine benzerdi. Dedeler, Ömer dayının evinin önünde harman sürerlerdi. Bazen az aşağıya arpalığa harman yaparlardı. Ekinleri koyarlar, samanları otları satarlardı. Kışlık dene bulgur yaparlar ve Ankara’ya dönerlerdi. Köyde yaşayıp ta işini bitirenler de kazanmak için Ankara’ya giderlerdi. Kış soğuklarına kadar çalışırlar gelirlerdi. Kışı çoluk çocuğun yanında geçirirlerdi.
 
BÜYÜK GÜNÂHLAR
Büyük günahlardan bazıları şunlardır:
1- Haksız yere adam öldürmek.
2- Zinâ etmek.
3- Livâta etmek.
4- Şarâb ve her türlü alkollü içkileri içmek.
5- Hırsızlık etmek.
6- Sihir, büyü yapmak ve yaptırmak.
7- Başkasının malını cebren almak. Ya’nî zorla almak.
8- Yalancı şâhidlik yapmak
9- Ramazan orucunu, özürsüz, müslümanların önünde yimek.
10- Fâiz alıp-vermek.
11- Çok yemîn etmek.
12- Anne-babasına âsî olmak, karşı gelmek.
13- Yakın, sâlih akrabayı ziyâret etmemek.
14- Muharebede, harbi terk edip düşman karşısından kaçmak.
15- Haksız yere yetîmin malını yimek.
16- Terâzisini ve ölçeğini hak üzere kullanmamak.
17- Namazı vakti girmeden önce veyâ vakti çıktıktan sonra kılmak.
18- Mü’min kardeşinin gönlünü kırmak. Kâ’beyi yıkmakdan dahâ büyük günâhdır. Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfrden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yokdur.
19- Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” söylemediği sözü söylemek ve Ona isnâd eylemek.
20- Rüşvet almak.
21- Malın zakâtını ve öşrünü vermemek.
22- Gücü yeten kimse, günâh işleyeni görünce, men etmemek.
23- Canlı hayvanı ateşde yakmak.
24- Kur’ân-ı azîm-ûş-şânı öğrendikden sonra, okumasını unutmak.
25- Allahü azîm-ûş-şânın rahmetinden ümîdini kesmek.
26- Müslümân olsun, kâfir olsun, insanlara hıyânet etmek. Hainlik yapmak.
27- Domuz eti yemek.
28- Resûlullahın Eshâbından herhangi birisini sevmemek ve söğmek.
29- Karnı doydukdan sonra yemeğe devâm etmek.
30- Kadın, vazifesini özürsüz yapmamak.
31- Kadınlar, kocasından izinsiz ziyârete gitmek.
32- Bir nâmûslu kadına, fâhişe demek.
33- Müslümanlar arasında söz taşımak.
34- Avret mahallini başkasına göstermek. Erkeğin göbekle dizi arası, kadının, saçı, kolu, bacağı avretdir. Başkasının avret yerine bakmak da harâmdır.
35- Besmelesiz kesilen hayvanı yimek ve başkasına yidirmek.
36- Emânete hıyânet etmek.
37- Müslümânı gıybet etmek.
38- Hased etmek.
39- Allahü azîm-ûş-şâna şirk koşmak.
40- Yalan söylemek.
41- Kibrlilik, kendini üstün görmek.
42- Ölüm hastasının vârisden mal kaçırması.
43- Bahîl, çok hasîs,cimri olmak.
44- Dünyâya muhabbet etmek.
45- Allahü teâlânın azâbından korkmamak.
46- Harâm olanı, harâm i’tikâd etmemek.
47- Halâl olanı, halâl i’tikâd etmemek.
48- Falcıların falına, gaybdan haber vermesine inanmak.
49- Dîninden dönmek, mürted olmak.
50- Özrsüz, yabancı kadınına, kızına bakmak.
51- Kadınların dar elbise giymesi.
52- Erkeklerin kadın elbisesi giymesi.
53- Kabe-i şerifte günâh işlemek.
54- Vakti gelmeden ezân okumak ve namaz kılmak.
55- Kanûnlara âsî olmak, karşı gelmek.
56- Hanımının anasına sövmek.
57- Ettiği iyiliği başa kakmak.
58- İpek giymek [erkekler için].
59- Câhillikde ısrar etmek. Ehl-i sünnet i’tikâdını, farzları, harâmları ve lüzûmlu olan her bilgiyi öğrenmemek.
60- Allahü teâlâdan ve islâmiyyetin bildirdiği ismlerden başka şey söyliyerek yemîn etmek.
61- Zaruri öğrenmesi gereken ilmden kaçınmak.
62- Câhilliğin musîbet olduğunu anlamamak.
63- Küçük günâhı tekrar işlemekde ısrar etmek.
64- Bir namaz vaktini kaçıracak zemân kadar cünüb gezmek.
65- Âdetli ve lohusa hâlinde hanımına yakın olmak.
66- Tegannî eylemek. Ahlâksız şarkıları söylemek, müzik, çalgı aletleri kullanmak.
67- İntihâr etmek, ya’nî kendini öldürmek.
Müt’a nikâhı, muvakkat nikâh harâmdır. Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları harâm olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile çıkmaları da harâmdır.
Kaba avret yerleri dar elbise ile örtülmüş kadına, şehvetsiz de bakmak harâmdır. Yabancı kadının iç çamaşırlarına şehvetle bakmak harâmdır. Sıkı, dar örtülmüş, kaba olmıyan avret yerlerine şehvetle bakmak harâmdır. Şehvete, harâma sebeb olan resmleri yapmak, basmak, resm etmek harâm olur. [Harâmlara ne olurmuş demek küfr olur].
Geçmiş evliyâya dil uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden şerî’ate uymıyan mânâlar çıkarmak, öldükden sonra da kerâmet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce velîlikleri biter sanmak ve onların kabirleri ile bereketlenenlere mâni’ olmak, müslümanlara sû’izan, zulüm etmek, mallarını gasb etmek gibi ve hased, iftirâ ve yalan söylemek ve gıybet etmek gibi harâmdır.
 

Doruk sokağının güzel görünüşü


Doymuş mıntıkası


Muhtarımızın  sürüsü eve gelmiş.


Doruktan karşı mahaleye bakış.


Hakkılara ve Hacımehmetlere Çavuşlar tarafından bakış

PEYGAMBERİMİZLE HAKKINI ARAYAN UKKÂŞE
Hz. Peygamber (sav.) artık ömrünün sayılı günlerini yaşıyordu. Altmışüç yıllık şerefli hayatını insanlara hidayet ve kurtuluş yolunu anlatmakla geçiren o şanı yüce insan bir karıncayı bile incitmemiş ve incitenleri de daima uyarmıştı. Fakat Allah elçilerinin de farkında olmaksızın çok ufak hatalar işleyebileceğini bildiğinden şu son anlarını yaşarken bütün mü'minlerle helalleşmeyi aklından geçirdi.
İşte o yüzden bir gün Bilâl'den ezan okuyarak mü'minlerin camiye toplanmasını rica etti. Hz. Bilâl'de bunu bir emir kabul ederek hemen minareye çıkıp yakıcı ve gür sesiyle ezan-ı şerifi okudu. Ezan sesini duyar duymaz bütün Mekke'li (göçmen) ve Medine(li (yerli) sahabiler birer birer camiye akın ederek her tarafını tıklım tıklım doldurdular.
Sevgili Peygamberimiz (sav) sahabilere iki rekat namaz kıldırdıktan sonra minbere çıkarak önce Allah'a hamdü senada bulundu, daha sonra da bütün gözlerden ırmak ırmak yaşlar akıtan, bütün kalpleri tirtir titreten, bütün vücutları ürpertiye boğan içli ve duygulu bir hutbe verdi. Ve hutbesini sona erdirirken de kelimelerin üstüne basa basa şöyle haykırdı.
"Ey mü'minler!... Ben sizin Peygamberinizim. Sizlere ömür boyunca öğütler verdim, hidayet ve kurtuluş yolunu anlatmaya çalıştım. Tabii ki güç ve kuvvetine sınır olmayan Allah'ın izni ve yardımıyla. Sizleri bir kardeş gibi şefkat kanatlarımın altına alarak korudum. Bir baba gibi de size karşı merhametli davrandım. Sizinle keder ve gaye birliği ettim.
Şimdi size soruyorum. Bende hakkı hukuku olan var mı? Olan hemen gelsin ve Allah hakkı için, büyük Kıyamet günü hesaplaşmasından önce hakkını alsın."
Yaşın yaşın ağlıyan gözlerle peygamberlerini dinleyen sahabilerden hiç kimse gidip de, "Ey Allah'ın Rasulü!.. Benim sende hakkım var" demedi. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) aynı soruyu ikinci ve üçüncü defa tekrarlayınca sahabilerden Ukkâşe ayağa kalkarak huzuruna vardı ve, "Ey Allah'ın elçisi anam-babam sana feda olsun! Eğer defalarca Allah (c.c.) adını kullanmasaydınız huzurunuza gelip de hakkımı aramaya kalkışmayacaktım." dedi ve olayı şöyle anlattı:
"Ey Allah'ın elçisi!.. Birgün sizinle birlikte savaş ediyordum. Nasılsa develerimiz yanyana geldiler. Devemden inerek özür dilemek üzere size yaklaşmıştım ki, birden kamçınızın sırtımda şakladığını duydum. Ey Allah'ın Rasulü!.. Bunu kasten mi yaptınız yoksa devenize vururken kazara bana mı çarptı? Bunu bilmiyorum."
Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav.) "Ey Ukkâşe, Peygamberin sana kasten nasıl vurabilir? Asla!" diye özür beyan etti ve ardından Hz. Bilal'e, kızı Fatıma'nın evine vararak aynı kamçıyı alıp getirmesini söyledi. Bilal (r.a.) camiden çıkarak Hz. Fatıma'nın evine doğru hızla yol almaya başladı. Bir yandan da Peygamberler Peygamberinin kendi kendine ceza vermesini düşünüyordu.
Kapıyı çaldı; içerden Fatıma "Kim o kapıya vuran?" diye seslenince Bilal (r.a.) kendisini tanıttı ve Allah Rasulünün savaşlarda kullandığı kamçısını almaya geldiğini belirtti. Fatıma:
- Ey Bilal, babam kamçıyı ne yapacak?
Bilal:
- Baban bu kamçıyla kendi kendisini cezalandıracak.
Fatıma:
- Ey Bilal, bu kamçıyla babama vurarak hakkını alacak olan kim?
Bilal:
- Ukkâşe, dedi.
Hz. Bilal (r.a.) kamçıyı alır almaz doğru camiye yollandı. Kamçıyı götürüp Hz. Peygamber'e teslim etti. Peygamber de Ukkâşe'ye verdi.
Tam bu sırada ayağa fırlayan Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer "Ey Ukkaşe, işte biz karşınızdayız, Peygamber'in yerine bize vurun. Ne olur?" diyerek arkalarını dönerler.
Hz. Peygamber:
"Ey Ebu Bekir, Ey Ömer, yerlerinize oturun. Şüphesiz ki Yüce Allah (c.c.) sizin bu iyi niyetinizi mükafatsız bırakmayacaktır" diye çıkışır.
Bu defa Hz. Ali (r.a.) fırlar ve "Ey Ukkaşe!" der: "İşte ben karşınızda hayattayım, Peygamber'e vurmanıza gönlüm razı olmuyor, işte sırtım, işte karnım, istediğiniz yere dilediğiniz kadar vurun."
Hz. Peygamber:
- Ey Ali, otur yerine! Yüce Allah (c.c.) senin bu iyi niyetini mükafatsız bırakmayacaktır" diye çıkışır.
Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin:
- Ey Ukkaşe, biliyorsun ki biz Allah Resulünün torunlarıyız, hakkını bizden aldığında O'ndan almış sayılırsın. Ne olur bize vur?" diye yalvarıp yakarırlar. Hz. Peygamber (sav) onlarad da:
-"Yerlerinize oturun, ey benim göz bebeğim torunlarım" diye çıkışır.
Bütün bu olanları ibretle seyreden Sevgili Peygamberimiz (sav.) "Ey Ukkaşe, eğer gerçekten bana vurmak istiyorsan, buyur, vur!" diyerek haykırdı. Bunun üzerine Ukkaşe, "Ey Allah'ın Resulü!" dedi. "Siz bana vurduğunuzda ben çıplaktım. Şimdi ben de size vururken çıplak kalmanızı rica ediyorum."
Sevgili Peygamberimiz (sav) hiç duraklamadan hemen elbisesini çıkarır ve "Buyurun, hiç çekinmeden dilediğiniz kadar vurun" diye diretti.
Durumu yakından izleyen sahabiler hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar ve hıçkırık sesleri cami duvarlarını sarsarcasına kalınlaşırken, Ukkaşe bakar ki iki cihan güneşi Peygamberin vücudu süt gibi beyaz ve ardından Peygamberlik mührünü taşıyan ben etrafa ışık saçmaktadır. Kalkar gider sırtını doya doya öperek yerine dönüp oturur. Ardından da:
"Ey Allah'ın Rasülü!" der. "Canım sana feda olsun! Hangi kalb sana kıyabilir? Maksadım sadece o senin ışık saçan mübarek vücudunu kana kana öperek, senin yüzün suyun hürmetine Rabbimin rızasını kazanmak ve Cehennem azabından kurtulmaktır."
Sözün burasında ışıldayan nurani gözlerle sahabilerin süzen Sevgili Peygamberimiz (sav): "Ey Mü'minler!.. Beni dinleyin!" der. "Cennetlik görmek isteyen varsa, işte Ukkaşe'yi görsün."
Bunun üzerine bütün müslümanlar kalkıp Ukkaşe'nin gözlerinden öperek, "Müjdeler olsun!.. Yüksek derecelere eriştin ve Peygamberimizin dostluğunu elde ettin." diyerek kendisini tebrik ettiler.
Allah'ım ululuk ve yücelik hakkı için bize Sevgili Peygamberimizin şefaatını nasip et, amin...

 
  Bugün 6 ziyaretçi (10 klik) kişi burdaydı! Tüm Hakları saklıdır  
 
ACILAR PAYLAŞILDIKÇA AZALIR....MUTLULUKLAR DA PAYLAŞILDIKÇA ÇOĞALIR... Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol