ANKARA-ÇAMLIDERE-İNCEÖZ KÖYÜ
   
  Ankara-Çamlıdere-İnceöz Köyü-Koca Harman
  36- DİN KAVGASI VE YILBAŞI ZEHİRİ
 
BİZE NE OLDU??NASIL UYUŞTURULDUK??NASIL PERİŞAN HALE GETİRİLDİK?? ARAPLAR BİZDEN NASIL KOPARILDI..HİÇ DUYMADIĞINIZ BİR CASUS ... EEEYSEVGİLİ ŞİİRİ..REİSİMİZİN MUHTEŞEMYORUMU İLE.. span style="color: rgb(128, 0, 0);">






BULGARLARIN İDAM ETMEDEN ÖNCE NAMAZ KILMASINA İZİN VERDİKLERİ BİR MÜSLÜMAN ABDEST ALIRKEN.










BİZİM KALBİMİZDE HUZUR VE RAHAT ÖLDÜĞÜ GİBİ ,SİZİN KALBİNİZDE DE İNSANLIK ÖLMÜŞ..Çok haklısın Suriyeli yavru. bizimiçin kutsal para, rahatlık, evlatlarımızın rahatı oldu..Bizde Müslüman kardeşlerimizi düşünecek kadar haassa kalmamış..

TAKVİM VE İMSAKİYELER NEDEN FARKLI?


Memleketimizde çeşitli firmalar tarafından takvimler hazırlanmakta ve imsakiyeler dağıtılmaktadır. Bu takvim ve imsakiyelerdeki namaz ve imsak vakitleri ise, maalesef iki farklı şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bazıları, senelerdir kullanılmakta olan ve Ehli Sünnet ve'l-Cemaat kıstaslarına göre doğruluğunda en küçük bir şüphe ve tereddüt bulunmayan kriterleri esas almakta; bazıları da, Diyanet İşleri Başkanlığının 1983'ten sonraki hesaplamalarına göre hareket etmektedirler.
Vakit; namazın edası için şart, vücûbu için de sebeptir ve bu hususta namazla oruç müşterektir. Gerek namaz ve gerekse oruca zamanında başlanmaz ve zamanında bitirilmezse, bu ibâdetlerin boşa gitme tehlikesi vardır. Bu sebeple vaktin doğru tesbit ve tâyini hususu çok mühimdir.

1983 yılına kadar memleketimizde neşrolunan bütün takvimlerin namaz ve imsak vakitleri aynı idi. Fakat 1983'ten itibaren Dinişleri Yüksek Kurulunun 21.01.1982 tarih ve 6 sayılı kararı ile Diyanet İşleri Başkanlığı, asırlardan beri ülkemizde kullanılagelmekte olan ve zamanın âlim, fakih ve râsıdları ile mü'minlerin emîrleri tarafından tasvip edilmiş bulunan derecelerde değişikliğe gitmiş, temkin vakitlerini de kaldırmıştır. İşte bundan dolayıdır ki, ortaya iki farklı vakit cetveli çıkmıştır. Bununla beraber, 1983 tarihinden önceki takvimlerin yanlış olmadığını Diyanet İşleri Başkanlığı dâhil herkes kabul etmektedir. Bu hususta bir ihtilaf bahis mevzuu değildir. Nitekim, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 30 Mart 1988 tarih ve 234-497 sayılı müftülüklere gönderdiği tamimde/bildiride şöyle deniliyor:

"1983 öncesi takvim ile yeni uygulama arasında sadece temkin farkı bulunmaktadır. Buna göre 1983 öncesindeki uygulama yanlış değildir."
Ancak bu tamimde göz ardı edilen bir husus var ki, onu bizim görmezlikten gelmemiz mümkün değildir. Zira yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, mesele, sadece temkin meselesi olmaktan çıkmış, derecelerde de değişikliğe gidilmiştir. O bakımdan ibâdetler tehlikeye girmektedir. Bilhassa yatsı ve imsak vakitlerinde, telâfisi kabil olmayacak derecede farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Bırakınız dereceyle oynamayı, sadece temkini kaldırmak bile mahzurdan uzak değildir. Bir namaz vakti hesaplanırken, hesabı yapılan beldenin arazi durumu; yani yükseklik-alçaklık, doğu-batı, kuzey-güney genişliği gibi hususların nazar-ı dikkate alınması lâzımdır.

Ayrıca vakte tesir edecek atmosfer şartlarının da en anormal hâli göz önünde bulundurularak vakti emniyet altına almak gerekir. Buna da vaktin temkini denir. Temkin, ibâdet vaktinin emniyeti bakımından kullanılması zaruridir. Temkinsiz yapılan hesapların, isabetli olmayacağı muhakkaktır. Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Ke-rim'de imsaki tarif ederken,"... Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye (yani fecr-i sâdıka) kadar yiyin, için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tam tutun... Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın" (S. Bakara, 187) buyurmaktadır. Sınıra yaklaşmamak için de, vakitlerin hesaplanmasında mutlaka "temkin"in kullanılması gerektiği izahtan varestedir.

Keza şunu da ifade etmeliyiz ki; imsakin başlama zamanını anlatan bu âyette geçen siyah iplikle beyaz iplik tâbirlerinde, "istiare" dediğimiz edebî üslup vardır. Yani bunlar, gerçekten de ipliğin kendisi değil, fecr-i kâziple fecr-i sâdıkın birbirinden ayrılıp seçilebilmesidir. Bunun böyle olduğunu, bizzat Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Adiyy bin Hatem (r.a.)'e anlatmışlardır. Yoksa, dînî mes'elelere bigâne bir yazar (!)ın, müstehzî bir üslupla, "Eline iki iplik alacaksın, ufka doğru tutup bakacaksın. Siyah iplikle beyaz iplik ayırt edilir halde aydınlık varsa imsak girmiş diyeceksin..."saçmalığı gibi değildir! Hoş, edebiyattan-edepten mahrum olan, mecazdan-kinâyeden anlamayan birisinden de, elbette ki başka türlüsü beklenemez.

Bilindiği gibi ibâdetleri vaktinde edâ etmek şarttır. Vakti girmeden kılınan namaz sahih olmayacağı gibi, vakti çıktıktan sonra kılanan namaz da edâ değil ancak kaza olur. Oruç da aynen namaz gibidir; imsak vaktinden sonra veya güneş batmadan önce yenilip içilirse, oruç sahih olmaz, kaza edilmesi gerekir.

Velhâsıl, 1983'ten sonraki Diyanet takvimleri ile ona göre hazırlanan diğer takvimlerde, imsak vakti 10-15 dakika geciktirilmekte ve oruç tehlikeye sokulmaktadır. Orucun sıhhati için, tedbirli ve temkinli hareket edip, bu takvimlerin imsak vaktinden 10-15 dakika önce yiyip içmeyi kesmek lâzımdır.

OSMANLI da KERMES

Osmanlı Döneminde, şehit, gazi, yetim ve göçmenlere maddi destek sağlayabilmek için Sultan II. Abdülhamid'in şahsi gayret ve destekleriyle düzenlenen sergi, kermes ve yardım kampanyası yapılmıştır.

Bu KERMES çalışmaları ile ilgili inceleme yapıldığında efemerea, filateli ve nümismatik koleksiyonlar bir araya getirilerek, bu enteresan tarih kesiti etrafında bütünleşmiştir.

Hatıra koleksiyonculuğunun da yapıldığı KERMES kapsamında: Madalyalar, Sikke ve Paralar, Posta pulları, Damga pulları, Posta kartları, Makbuzlar, Hatıra objeleri bulunmaktadır.

Eski bir harman yerinde, yabani armut ağacının gölgesine oturup o bereketli yıllarımı yad ediyorum. Madde ve manamın alın teri ile yaşandığı ve yaşatıldığı günlerdi. Kuzey yarım kürede yaz, güney yarım kürede kış mevsimiydi. 36-42 kuzey enlemleri arasındaydım. Hasat başlamıştı. Ekinler, biçildikten sonra develerle harman yerine getirilirdi. Deste deste dizilirdi. Sap samandan, tane kılçıktan ayrılırdı. Muhtemelen ailenin en ihtiyarı ve tecrübelisi şunları söylemişti:

‘Her insan yedi göbek nesebini bilmesi lazım. Bunu, nesep ile övünmek için değil de nereden geldiğini nereye gittiğini bilmesi için icap eder. Bilirsiniz ki evlilikte de nesebi temiz bir aile olmasına ihtimam gösterilir… ‘ Sadede gelirsek dört nesil evvel çok canlı hareketli bir kelime imişim. Darda – zorda kalanlara hep ben yetişirmişim. imece demişler adıma. Hikayem tarım toplumunda saklı.

Sosyolog ve toplum mühendislerinin insanlık tarihini tarım toplumu, sanayi toplumu ve teknoloji toplumu diye tasnif etmediği yıllardı, o zamanlar. Ve de tarımla uğraşan nüfusun azaltılmasının sanayiyi geliştireceği muamması, daha söylenmemişti.

Böyle süslü akademik bilgilere boğmak istemem sizi. Size, gün görmüş, saçına ak düşmüş, yüzünde nur belirmiş dört nesil evvel ihtiyarın, harman zamanını anlatmaya devam edeyim. Yaz güneşinin altında, alınteriyle meydana gelen bir emekten, beraberlikten dem vurayım. O zamanlarda, tan yeri ağarmadan, gecenin serinliğinde ayazlamış su ile yüzünü yıkayarak, abdest alarak güne başlanır, akşam güneşi üzerine batmadan tertemiz yüzlerinde alınteriyle dönülürdü evlere.

Daha akşamdan haber verilirdi. “Yarın Mehmet, Hasan, Ali, Bekir… imecesi var.” diye. imece demek, onların dilinde birlikte yapılacak ve beraberce bitirilecek iş demekti. Seher vaktinin bereketiyle girilirdi tarlalara. Erkekler, oraklar ile kadınları ise hasada yardım edenlere yemek yaparak koşardı tarlalara. Tarlaya ilk önce gelen geçerdi en öne. Elci denirdi ona. imeceye gelenleri o yönlendirirdi. En geç gelene de kuyruk derlerdi. Akşama kadar ne zaman yemek yenilecek, ne zaman mola verilecek hepsine elci karar verirdi. Elci’yi geçmek isteyenler olsa da bu gençler arasında bir yarışa dönüşürdü. Elci, ihtiyar biri ise hürmeten o akşama kadar elciliğe devam ederdi. Zaten her aile reisi kendinden sonra elci olabilecek bir evlat yetiştirmeye gayret ederdi. Bir nevi tasavvuftaki el verme, hasatta usta-çırak şeklini almıştı.

işte o günler böyle günlerdi. Anlat anlat bitmez. Birlik beraberlik, yeni neslin dayanışma, yardımlaşma dedikleri şeydi bu. Yani, imeceydi. Güzel bir manam vardı; lakin nereden geliyordum. Kimileri Türk lehçelerinde ‘üme’ yardım etmekten ‘ümeci’ diye getirmişler. En isabetli tahmin, benim de tasvip ettiğim menşeimi izah edeyim: Arapça ‘âmme’ halk, kamu manasından ‘âmmece’, oradan da imece şeklinde hayat bulmuşum. Umumun yardımıyla ve el birliğiyle görülen işe ıtlak olunmuşum. ‘Emece’ ve ‘mecî’ şeklime kitaplarda rastlayabilirsiniz.

‘Nerde o eski imeceler, imece mi kaldı şimdi?’ diye hayıflandığınızı duyar gibiyim. Siz de haklısınız. Sanayi toplumuna geçtiğimiz fikri ya da tarımda makineleşme ile biçerdöverlerin meydanlara çıkmış olması beni ürkütmüyor. Kendimi tükenmiş, tedavülden kalkmış gibi
hissetmiyorum.

Sizi kermes ile tanıştırayım. Eskilerin imece dedikleri bugün kermes kelimesi ile icra ediliyor. Kermes Flemenkçe’de; pazar, panayır yeri manasında olsa da Anadolu coğrafyasında çok güzel bir manaya bürünmüş. ‘Hayır çarşısı’ ismi ile lisanımıza ne güzel yakışmış. Bunu neye isnat ederek söylüyorsun derseniz ‘Din, üzerine konduğu çiçeğin rengini alan ve kendine yabancılaşan bir Hint kelebeği değildir.’ sözünü söylerim. Din, Kutuplarda Eskimo evlerine de girse Afrika sahralarında da olsa Ekvatorda balta girmemiş ormanlara da ulaşsa kendisini muhafaza eder. Tabi bazı toplum mühendisleri kermesin dinle alakasını kurup bunun tüketimi artırma vasıtası gibi gösterme garabetlerini yazmaktan ar duymamışlar.

Halbuki bilmeliler ki, köylerdeki imece usulu şehirlerde yerini hayır çarşısına bırakmış, iş birlikteliği gönül birlikteliğine dönüşmüş. Bunu görmezden gelmek akıl kârı değildir. Bu sıcakta böyle şeyler düşünmek yoruyor beni. Hem de onca beraber yapılacak iş varken.

Toplum mühendislerinin unuttuğu bir tasnifi söyleyeyim. Onlara göre tarım toplumu toz toprak oldu, sanayi toplumu makineleşti, teknoloji toplumu gününü gün ediyor, paraya para demiyor. Lakin gönül toplumu diye bir topluluk var ki her şeyi imece usulu yaptıklarından ne dünyaya külfetleri var ne de başkasına yük oluyorlar.

Her ne kadar bütün bunları harmandaki armut ağacının gölgesinde düşündüysem de dört nesil evvelki ihtiyarın bir şeyler söylemek istediğini duyar gibiyim.

“insanoğlunun yer çekimini bulması için kafasına elma düşmesi iktifa ederken, gönüllerin birbirini çekmesi için gönle rahmet pınarı düşmesi gerekmez mi?”

Bu sıcakta benim de başıma armut düşebilir. Hemen toparlanıp gideyim yeni manamın hayat bulduğu bir ‘hayır çarşısı’nda, soğuk bir şeyler içeyim, ferahlayayım.



KABE-İ MUAZZAMA VE PARMAK İZİ BENZERLİĞİ


 
YEMİŞİM SENİN ÇAĞDAŞLIK ANLAYIŞINI YA DA BAHANENİ...
Toplum, topyekun olarak felakete gidiyor, zina serbest, evlilerin zinası serbest, onbinlerce yuva yıkıldı, sayısız çocuk yuva sıcaklığına hasret kaldı, sıkıntı eden yok, alkol, kumar, ibnelik serbest ve hepsi korkunç acılara sebep oldu ve oluyor ama müslümanca yaşamak yasak... Neden? 
Hangi hukuka ve anlayışa göre?
Ben bir müslümanım. Cumhuriyetçi de değilim, Atatürkçü de değilim, demokrat da değilim, laik de değilim, bu değerlere tabi olmak da korumak zorunda da değilim. Kim böylesine saçma bir bakış açısını idari ve hukuki bir sistem ve ayrıca çağdaşlık olarak koskoca bir topluma dayatma hakkını kendinde bulabilir?
Ben hiçbir izme, hiçbir ideolojiye tabi olmak zorunda değilim. Devlet gücü dahil hiçbir güç beni dini tercihlerimde bile zorlama hakkına sahip değil iken ideoloji ve rejim hususunda nasıl zorlayabilir?
Yerim böyle saçma sapan çağdaşlık anlayışını... Komedinin ötesi bu... Zulmün de şahı bu... Dünyanın diğer toplumları milletimizin haline bakıp kah acıyorlar kah dalgalarını geçip gülüyorlar. Hatırlamıyor musunuz Adıtürk heykelleri karşısında, karda kışta, üzerinde doğru düzgün mont bulunmayan çocuklara yaptırılan seremoniyi, bize "muasır medeniyetler" olarak gösterilen Avrupalı toplumların nasıl kahkahalar ile izlediğini?
Çağdaş olmak için müslüman olmam yeterli. Medeni bir insan olmam için müslüman olmam yeterli.
Çağdaş olmam için Adıtürkçü olacakmışım, olmuyorum, Adıtürkçülüğü çağdaşlık olarak görmüyorum, görmek zorunda da değilim.
Çağdaş olmak için ibneliği hoş görecemişim, görmüyorum. Görmek zorunda değilim.
Çağdaş olmak için toplumu perişan eden alkolü, kumarı, evlilik dışı birlikteliği, sevgili yaşamını hoş görecekmişim, görmüyorum. Neden bunları doğru kabul etmek zorundaymışım?
Çağdaş olmak için latin alfabesini savunacakmışım, şapka takacakmışım, tarihime, geçmişime, padişahlarıma sövecekmişim. İki satır yazı yazmayı beceremeyen, bilgi birikim ve kültür anlamında bomboş Kamlist yazarcıkları okuyacakmışım. Savunmuyorum, takmıyorum, sövmüyorum. Okumuyorum. Var mı itirazı olan?
Üç beş Sabetayist, İngiliz istihbaratı ve dünya siyonist çeteleri ile bir olup kendi kafalarına göre resmi ideoloji kurdular, eğitim müfredatı kurdular, yetmeyip bu ihaneti 1947 yılında Fullbright anlaşması ile resmen imzalayıp resmiyete döktüler ve Amerika'nın büyük elçisini sözde Türk milli eğitim sisteminin başına geçirdiler diye, ben bunlara tabi olmak zorunda değilim.
Ben fikrimde ve vicdanımda hürüm. Ne demek "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez", sen nasıl çoğunluğu sağlayıp bin yıllık kültürü ve idari nizamı değiştirdi isen, ben de çoğunluğu sağlar, senin değişmez zan ettiklerini çatır çatır değiştiririm. Üstelik sen çoğunluğu falan sağlayarak değiştirmedin. Bin türlü kanıt var ki meclisin içinde vekilleri tek kurşunla vura vura, muhalif vekillerin reisi kahraman kişilikli insanları boğa boğa değiştirdin bin yıllık anlayışı, rejimi, yönetim şeklini...
Devlet ayrı şey, rejim ayrı. Ben, benden öncekilerin rejimini yeryüzünün tek kutsal ve doğru ve çağdaş yönetim şekli olarak benimsemek zorunda da değilim. Ben rejim karşıtı olduğumda, devlet düşmanı imişim gibi üzerime gelenlere, saldıranlara, küfredenlere, hakaret edenlere, alaya almaya çalışanlara sabretmek zorunda da değilim.
Ben susmak zorunda değilim. İşte ben müslüman bir T.C. olarak buradayım. İşte ben restimi çektim, en bilgiliniz, en büyük profesörünüz çıksın, bu yazdıklarıma verebilecek ise cevap versin!
Ben, her gün, içimizdeki İsrail'in, içimizdeki Ermenistan'ın basının ve bürokratlarının saçma sapan, cahilce, tutarsız, diktatörce, düşmanca, haince çabalarına sessiz kalmak zorunda da değilim.
Yettiniz artık! Daha fazla germeyin bu milleti! 
 
   YILBAŞI NEYİMİZ OLUR???
Arif Nihat Asya’dan da birkaç cümle alalım: "Yılbaşı neyimiz olur diye soruyorum… Ramazan bayramımız mı? Kandilimiz mi? Kurban bayramımız mı? Yılbaşı, Haçlı Seferlerinden kalma bir kılıç artığıdır. O zaman silahla giremediği yerlere şimdi noel babayla, beyaz sakalıyla saygılar ve sevgiler toplayarak giriyorlar. O adıyla sanıyla bir misyonerdir ki şu memlekette ocağına incir dikildikten sonra kılığını değiştirmiş ve bizi avlamaya kucağında getirdiği oyuncaklarla en can alıcı noktamızdan; çocuklarımızdan başlamıştır. Bu cömertliğinin karşılığını istemeyecek mi sanıyorsunuz, fedakârlığının sebebini düşünmediniz mi? Muhakkak bir şeyimizi çalmıştır…" 
Kültür emperyalizmi denen şey budur işte. Kültür, bilginin hayat tarzı haline gelen görüntüsüdür. Yeme, içme, giyme ve selamlaşmanızdır. Dünyaya bakışınız, sonra sanatınız, mimariniz, şiiriniz ve nihayet bütün bunlarla kurulan medeniyetinizdir. Bir milletin temeli ve kökleri, o ülke insanının millî-mânevî değerleri, örf ve âdetleri, 
velhâsıl irfan ve ahlâkıdır. Diğer bir tâbirle, millî kültürüdür. Sözünü ettiğimiz kültürel etkileşimi küçümseyenler bir gün sosyal hayatlarında da taklit ettikleri milletler gibi yaşamaya başlarlar. Ardından onlar gibi düşünme gelir. İnançları değişir. Yıllar önce bir sempozyumda Çapa Tıp Fakültesi öğretim üyesi bir doktordan dinlemiştim, desibeli yüksek Rock Müziği dinleyen gençlerimizin Amerikan gençleri gibi boylarının uzadığını ve kafalarının küçüldüğünü anlatmıştı.
Yılbaşı kutlamaları “görünmez kilise” doktrini çerçevesinde Batılı değerlerin ve yaşama tarzının evrenselleştirilmesidir. Medya, tüketim alışkanlıkları, eğlence ve magazin sektörü eşliğinde kitlelere empoze edilen pagan geleneklerdir. Kısaca yılbaşı kutlamaları, global (âlem şümul) kültür kandırmacısı ve aşağılayıcı bir teslimiyet ile içimize sızmış bir virüstür.
Sayın Mehmet Görmez’in anlamlı yılbaşı beyanatından bir paragrafla bitirelim: "Benim Diyanet İşleri Başkanı olarak en çok itiraz edeceğim husus, bu Noel tüketim ekonomisi üzerinden hem de çocuklar üzerinden bir kültür ve kimlik erozyonunun oluşmasıdır. Buna millet olarak, buna bilim adamları, fikir adamları, düşünce adamları, öğretmenler, üniversitelerin üzerinde kafa yorması lazım. Bu sıradan bir hadise değildir. Özellikle Noel tüketim ekonomisi üzerinden, çocuklar üzerinde bir kültür ve kimlik erozyonu oluşturmak doğru değildir."
Yılbaşı âdetlerine, kutlamalarına özenen ruh çöküntüsüne uğramış insanların bu eğilimi, taklit ve benzeme meselesi, son derece ciddi ve tehlikeli bir iştir. “Doğru zamanda, doğru yerde” olmanız ümidiyle.


ATATÜRKÜN DİNİMİZ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ MURAT BARDAKÇI AÇIKLAMASI İLE
İŞTE TÜRKİYE'DE "EHLİ SÜNNETİ DEVLET KURUMLARIYLA YIKMAK" BAŞLIKLI YAZININ TAMAMI;

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...

Allah (Celle Celalühü)’nün selamı ve rahmeti hidayet rehberi Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e tabi olanların üzerine olsun. Daha önceki yazılarımızda DİB, MEB, İlahiyat, Oryantalizm, Selefilik-Vahhabilik, Akılcı yaklaşım, Mustafa İslamoğlu, Şiavs. gibi konuların üzerinde durmuştuk. Şimdi de devlet kurumlarımızdan olan Diyanet’in bazı yanlış fikirleri üzerinde duracağız.

“Sünnetin bir model olarak asırdan asıra taşınamadığı, hadisçilere özgü hadisin doğru anlaşılmasını ve yorumlanmasını sağlayacak bir metodolojinin oluşturulamadığı, usul-ü fıkhın da hadisleri doğru anlama ve yorumlama için yeterli olmadığını, dolayısıyla İslami ilimlerin çağa göre tekrar yeniden yazılmaları gerektiğini savunur.” (Diyanet İşleri Başkanlığı, Güncel Dini Meseleler Birinci İstişare Toplantısı, Tebliğler ve Müzakereler 02.06. Ekım .2002, sayfa 225-240)

“Diyanet Reisi’nin Cemaleddin Afganî’nin amacını beyan ederken; Müslümanları KÖHNEMİŞve KÖHNELEŞTİRİCİ bilgi sisteminin boyunduruğundan kurtararak halkı ve seçkinleri bilinçlendiren bir kişi olarak addeder.“ (Evrensel Mesajlar İSLAM‘A GİRİŞ sayfa 436)

“Haseki (dini yüksek ihtisas eğitim merkezi ) Kelam dersinde okutulan makalede özetle şöyle bir bilgi nakledilir; Kurumsal İslam‘ın tek ve mutlak doğru bir din olmadığı, Hazreti Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in tebliğ ettiği kurumsal İslam öğretisi ve ulemanın ortaya koyduğu şeriat dinini merkeze koyarak başkalarını değerlendirmenin yanlış olduğunu, bundan hareketle dinsel çoğulculuk çerçevesince her iki din mensuplarının da (Hristiyanlık ve Müslümanlık) din anlayışlarını gözden geçirmeleri gerektiği konularına yer verilmektedir.“ (Dinsel Çoğulculuk Üzerine Bir Müslüman Mülahazası adlı makale sayfa 92-93-95-98-101-102-123)

“Çağın vebası olan Kuran İslam’ı söylemi Diyanet tarafından benimsenmiş, sünnet dinin kendisi değil, Kuran’ın her asra uygun tatbik edilebilecek bir metin olduğunu fakat bunun önündeki en büyük engelin ise sünnet ve hadisin teşkil ettiğini beyan etmişlerdir. Kuran İslamı’nın diğer adı da zaten Sn. Diyanet Reisi’nin açıkça beyan ettiği gibi “Kuran’ın her asra tatbik edilmesinde en büyük engel sünnet ve hadistir. “sözü Diyanet İşlerini yöneten kişilerin hangi düşüncede olduklarını apaçık beyan eder.

Kuran İslam’ı saçmalığı hakkında Sayın Reis’in “Gelecek tasarısı olan bir ideoloji”(İslam’ınAnlaşılması Sünnetin Yeri ve Önemi, Tebliğ Notları, Kutlu Doğum Sempozyumu 2001 sayfa 268) demesi ve İsmail Ağa camisi ziyaretinde oranın makamına uygun olarak kendisini sanki Ehl-i Sünnetin müdaafacısı olarak lanse etmesi iki tane diyanet reisi varmış intibaını vermiştir.

2011 yılı sonlarında şu anki cumhurbaşkanı olan başbakanımızın Konrad Adenauer Vakfı’nı PKK’yı besleyen bir kurum olarak açıkladığı halde yurtdışına (Almanya’ya) görevli gidecek din görevlilerinin uzun süreli dil ve bilgi kurslarının uzun yıllardır Alman Büyük Elçiliği Konrad Vakfı işbirliği ile yürütüldüğü, hatta bu kursların tanıtım programında Konrad Vakfı ve/Goethe Enstitüsü tarafından imamlara DOMUZ ETİ yedirildiği halen hafızalarda mevcudiyetini korumaktadır.“

“Sayın Reis’e göre Kuran-ı Kerim’de kadının şahitliği (Bakara: 282) ile ilgili ayetin belirttiği hüküm kültüre bağlı olup GEÇERSİZDİR. Sayın Reis, o günkü kültürün etkisi olarak yorumlayarak konunun şahitlik olmaktan çıktığını ve bu ayetten hareketle kadını tahkir eden bir literatürün oluştuğunu ifade etmektedir. (Güncel Dini Meseleler Birinci İstişare Toplantısı (DİB baskısı Ankara ,2004 s. 328))

Hatta Sayın Reis hızını alamayarak Buhari ve Müslim’in sahihleri başta olmak üzere diğer makbul kaynaklarda yer alan hadis-i şeriflerin aslında hadis olmadığını sonradan Peygamber Efendimize söylettirildiğini yani uydurulduğunu ifade etmektedir.” (bknz. Aynı yer s.328 ayrıca hadisler için bknz; Buhari, Hayız 6, Müslim, İman 132, Ebu Davut Sünnet 15, Tirmizi, İman 6)

“Sayın Reis’e göre hayızlı kadınların namaz kılmamasını ve tavaf etmemesini sadece bir ruhsat-muhayyerlik olarak görür. Yani ona göre ister namaz kılar ister kılmaz, ister tavaf yapar ister yapmaz.” (bknz. aynı yer sayfa 364,366)

“Müslüman bir kadının Yahudi ve Hristiyanlarla evlenebileceğini kabul ederek bu konuda icmanın yanlış olduğunu belirtir.” (bknz. aynı yer 292)

“Sayın Reis Hanefi kitaplarını küfriyat ve safsatadan ibaret olduğunu (Mehmet Görmez ,Musa Carullah Bigiyef, TDV yayınları, Ankara ,1994 sayfa 188) iddia eden Musa Carullah Bigiyef’in kitaplarını tercüme ve yayına hazırlamaktan geri durmamış ve kitabın yayımlanmasına vesile olan Kuran ayetlerinin bazılarını inkar etmekten geri durmayan Prof. Ömer Özsoy’a teşekkür etmeyi bir vazife addetmiştir.
Musa Carullah’a göre akla uymayan hadisler uydurmadır. (Mehmet Görmez , Musa Carullah bigiyef Tdv yayınları sayfa 82) Diyanet’in çıkardığı Hadislerle İslam Ansiklopedisi’nde de akla uymayan hadislerin uydurma olduğu belirtilmiştir. (DİB ,Hadislerle İslam 1/99) (şefaat, ruyetullah, şakkul-kamer vs.) Musa Carullah’a göre Yahudilik değişmez. İslamiyet ise toplumdan topluma değişebilir.“ (Musa Carullah Kitabı Sünne (çev.Mehmet Görmez), Ankara Okulu Yayınları Okulu s.30)

“Sayın Reis’e göre yeni bir sahih dini bilgi üretilmelidir. Güncel ve bilimsel kriterlere uygun dini bilgi üretimi olmalıdır.” (bkz.DİB ,Stratejik Plan (2009-2013)syf.43)

“Sayın Görmez’in yardımcısı olan Prof. Dr. M. Emin ÖZAFŞAR‘ın da Fazlurrahman’dan yeteri kadar etkilendiğini görürüz. Sayın ÖZAFŞAR’a göre İslami ilimler geçersizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz’in vefatıyla beşeri vasat bitmiştir. Bu vasata bugün sahip değiliz. Ona göre sünnet, gelenek; hadis ise yeni şey demektir. Taklit, boyunduruğa girme demektir. Bu, dinde yasaklanmıştır. Peygamberin yaptığını birebir yapmak ise taklittir. Sayın ÖZAFŞAR, Fazlurrahman ve müsteşrikler İslam âlimlerini kıyasıya eleştirmişlerdir. Özellikle İmam Şafiî’yi Peygamber Efendimiz’den sabit olduğu bilinen hadisleri kanun metni gibi anladığı ve çağa göre algılamayı reddettiği gerekçesiyle eleştirmişlerdir.” (Güncel Dini Meseleler Birinci İstişare Toplantısı syf.69, Mehmet Görmez Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metedoloji Sorunu syf.161)

Kısacası devletin kurumu olan DİB teşkilatı, ehl-i sünneti ortadan kaldırmak için veya yeni bir din anlayışını meydana getirmek için müsteşriklerin, oryantalistlerin ve Kuran ve Sünnet’i akli yaklaşımlarla yorumlayan şahısların etkisi altında kalmıştır. Gerek MEB gerek ilahiyatlar gerekse de Diyanet İşleri ortak bir niyetle “Niyet Ettik Allah Rızası İçin Ehl-İ Sünneti Ortadan Kaldırmaya“ anlayışıyla hareket etmişler (bu görüşten ehl-i sünnet olan kardeşlerimizi tenzih ederiz) vatanımızın her tarafını manevi bir yangına çevirmişlerdir.

Sünnet anlayışı toplumun her kesiminden yavaş yavaş kalkmaya başlamış, İmam Buhari, İmam Müslim gibi hadis alimlerimiz lise kitaplarında bile tenkit edilir olmuştur. İSLAM, sünneti yaşamaktan çekinenlerin değil, sünnete ittiba eden ehli tasavvufun omuzlarında yükselecektir. Bu din “Merdiven altı dini eğitimi ortadan kaldırmak için elimizden gelen gayreti sarfedeceğiz“ diyen kimselerin aksine ehl-i sünnete ittiba eden ilim ve tasavvufu birleştiren yiğit Anadolu’nun gerçek üniversiteli (medreseli) Müslüman kardeşlerimizin sayesinde dimdik ayakta olacaktır.

Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e hakaret eden Fransızların cenaze törenlerine katılıp terörist başlarıyla aynı safta yürüyen kardeşlerimiz! Acaba Suriye’de 300.000’nin üzerinde Müslüman katledilirken, Gazze yerle bir olurken, Çin’de Uygur kardeşlerimiz sırf Müslüman oldukları için öldürülürken, Myanmar’da Budistler müslümanları lime lime doğrarken ehl-i sünnet müslümanların katledilmesine Fransız kalan dünya liderleriyle beraber cenaze merasimine katılmak ne kadar doğrudur?

Müslümanların en hassas noktası Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’dir. Ona hakaret etmek için karikatür çizmenin düşünce özgürlüğü (!!!) olarak kabul edilmesi düşündürücüdür. Bütün Müslümanların üzerine düşen görev Peygamber Efendimiz’e yapılan bu saygısız tavra topyekûn sünnete ittiba ederek karşılık vermektir.

Ya Rasûlellah! Seni her durumda seven ümmetin var.

Bizi ümmetliğe kabul eyle. Günümüz, düşüncemiz Muhammedi olmak dileğiyle."

MARİFET DERGİSİ ŞUBAT 2015 SAYISI..
DİYANET NEDEN KURULDU..?
CHP'yi başımıza bela eden şer odakları, bu milletin #Şeriat'a olan özlemine, ve tabi #Hilafet sancağını yeniden dalgalandırma arzusuna set çekemeyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Bunun için iyi bir sakinleştiriciye ihtiyaç vardı. İşte o sakinleştiricinin adı da Diyanet'ti...
Yoksa herkes bilir ki, laik olan bir ülkede, tek bir dine hizmet eden resmi bir kurum olamaz. Eğer varsa, o ülke laik değildir. Yada o kurumun gizli bir kuruluş amacı var demektir.
Diyanetin kuruluş amacı ise; devlete tesir eden bir İslam anlayışı yerine, Devletin tesirinde olan bir İslam anlayışını toplumda hakim kılmaktır.
Tabi hal böyle oluncada, Diyanet devletin yönetimine muhalif olan hiç bir açıklama yapamadı.
Mesela milli piyango kumarı konusunda bile, haram olduğu hakikatini söyleyemedi.
Ne yazık ki, Diyanet'te olupta, İslam'ın izzetini muhafaza etmek adına hakikati konuşanlarda bir şekilde, Diyanet'ten uzaklaştırıldı.
Velhasıl, ne zaman ki Diyanet, özellliklede, harama haram, diyebilecek iradeye ulaşabilirse, işte o zaman İslami konularda diyanetin açıklamasını baz alabiliriz. Aksi halde esir durumda sayılacağından, beyanlarıda hükümsüz kalacaktır.
#ÖzCe ŞAFAK 2023 Ten alıntıdır.

Bir nefeste okuyalım Lütfen...
1940’ların sonuna doğru Amerika’da bir olay meydana geliyor. Zengin bir adamın ölümünden birkaç yıl sonra bir kadın yanında bir çocukla mahkemeye başvuruyor. Çocuğun ölen adamdan olduğunu iddia ediyor. Ölüden DNA testi yapılamayan bir dönem dünya için.
Amerika hukuk sistemlerinde bu olayın bir karşılığını bulamayınca başka sistemlere müracaat ediyorlar.
Roma hukukuna bakıyorlar yok. Yunan, Hint, Uzakdoğu’da yok. Bir heyet Türkiye’ye geliyor. Dönemin İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’e yönlendiriliyorlar. İlk başta anlam veremiyor gelen ekip. Gönülsüz de olsa görüşüyorlar.
Bilmen onlara ölen adamın kemiklerinin durup durmadığını sorduğunda şaşkınlıkları iyice büyüyor. Durduğunu söylüyorlar. Ömer Nasuhi onlara kuyruk sokumu kemiğinden bir yer tarif ediyor. Tarif ettiği yere çocuğun bir damla kanını damlatmalarını, eğer o kemik kanı emerse çocuğun o adamdan olduğunu aksi olursa kadının yalancı olduğunu ve buna göre hüküm verebileceklerini anlatıyor.
Gelen ekip görüşmeden memnun olmaksızın şaşkınlıklarını da yanlarına alıp ülkelerine dönüyorlar. Bir müftünün böyle bir tıp bilgisine nasıl hâkim olabileceğine ihtimal veremiyorlar. Ekipteki bir doktorun ise kafasını kurcalıyor bu mesele. Müftünün yanlışlığını ispat etmek için mezar açtırılıp adamın bedeni çıkarılıyor. Tarif edilen kemiğin üzerine önce kendi kanını damlatıyor. Kan akıp gidiyor kemiğin üzerinden. Sonra çocuğun kanını döktüğünde gözleri fal taşı gibi açılıyor. Kemiğin kanı emdiğini gördüğünde hayretini gizlemiyor.
Görüşmede Ömer Nasuhi’nin yanında olanlar da ilk duymuş olacaklar ki heyet gittikten sonra bu meseleyi nereden bildiğini soruyorlar. Adı geçen kemiğin sadece kendi neslini kabul ettiğini uzun uzun anlatıyor. Oradaki küçük bir parçanın önemine değiniyor. Vücuda ne yaparsanız yapın o kemiği yok edemediğinizi, kıyamete kadar hiçbir gücünde buna muktedir olamayacağını, zira mahşerde insanlar o kemik parçasından yeniden diriltileceğini anlatıyor.
*****
"Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" dedi.
De ki; "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir."
Yasin 78-79. âyetler

MEHDİ ALEYHİSSELAM VE DECCAL ALEYHİL-LÂNE
     Mehdi a.s ve Deccal ile ilgili verilen malumatlar müteşâbih ve mecaz anlam içerdiğinden, bunları düz mantıkla anlamak imkansızdır.
Evet bazı mâlûmâtlar herkesin anlayacağı şekilde sarih lafızlarla ifade edilsede, bazı tazammunî anlamlar sadece ehli havâs için mâlumdur.
Bu yazımda size, çok teferruata girmeden mücmel olarak her insanın rahatlıkla anlayacağı bir lisan ile, Mehdi a.s ve Deccal aleyhil-lâne hakkında bazı mâlûmâtlar vereceğim.
Mehdi a.s ve Deccal'in Kıyâmete Çok yakın bir zamanda zuhur edeceği bir çok hadis-i şerifte beyan edilmiştir.
Peki Mehdi Aleyhisselam zuhur ettiğinde, ben mehdiyim diyecekmi? İnsanlar onun Mehdi olduğunu bileceklermi?
Mehdi a.s ile Deccal aynı dönemde, dünyada küfrün en şiddetli olduğu bir zamanda zuhur edecekler. Deccal, İslam'ın yeryüzünden silinmesi için çalışırken, Mehdi Aleyhisselamda İslam'ın yeryüzüne hakim olması için çalışacak.
Mehdi Aleyhisselam ben "mehdiyim" demeyecek ve kimsede onun Mehdi olduğunu bilemeyecek. Sadece kendisine çok yakın olan husûsî kimselerin ondaki bazı husûsî hallerden ve kerametlerinden dolayı onun âhir zamanda gelmesi beklenilen Mehdi Aleyhisselam olduğunu basiretleriyle anlayacaklar.
Peki Mehdi Aleyhisselam neden ben mehdiyim demeyecek?
Dünya yaratıldığı günden bugüne kadar, fitne ateşinin en zirvede olduğu, sapık fırkaların cirit attığı ve ehli küffârın küfrünün en şedîd olduğu şol zamanda, Mehdi Aleyhisselam "ben mehdiyim" dese, sizce insanlar tarafından bu ne kadar kabul görür?
Ben cevap vereyim;
insanların hatta Müslümanların çoğu bile onu kabul etmeyip reddedeceklerdir. Alay edecekler, tahkir edip, istihza ederek aşağılaycaklardır. Hatta öldürmek için teşebbüste bulunup belkide tutuklayacaklardır. Ve yine Mehdi Aleyhisselam Ben "mehdiyim" dediğinde ona inanıp iman etmek, imanın esaslarından olup münkiri kafir olacağı endişesinden dolayı, Mehdi Aleyhisselam Mehdi olduğunu söylemeyecek, fakat bilenler bilecek, bilmeyenler ondan gafil ve nasipsiz olacaklardır.
Mehdi Aleyhisselam Deccal ile aynı zamanda zuhur edecektir.
Deccal, Ehli sünnetin son sancaktarı ve İslamın son kalesi olan bir ülkede ortaya çıkar ve İslam dinini yeryüzünden silip yok etmek için çok kan döker. Kendisine muhalif olanları katleder. Bunları öyle sinsice yaparki, onun Deccal olduğunu bile kimse anlayamaz. İnsanların çoğu hatta Müslümanlar bile ona tabi olurlar, hürmet ederler.
     İşte Mehdi Aleyhisselam, tâbiri caizse, Allah demenin bile yasak olduğu, İslam dininin tahrip edilip ayaklar altına alındığı bir zamanda, sönmek üzere olan dîni celil'i mübîni İslam'ı küllerinden yeniden neşvü-nema ederek ihya edecektir.
     Mehdi Aleyhisselam peygamber efendimizin bir ümmeti olup, onun neslinden olacak, ve tıpkı Peygamber efendimizin İslam'ı tebliğ metodu gibi kapı kapı gezerek, insanları hidayete davet edecek.
Deccâlî bir zamanda, tüm fiziksel ve psikolojik baskılara rağmen, yılmadan yorulmadan, bıkmadan usanmadan, Ümmeti Muhammed'in hidayeti için, çok çilekeş şartlar altında hizmet edecek. Talebeler toplayıp okutacak. Okuttuğu talebeleri, memleketin her bir tarafına gönderip her yerde islâmî hizmetlerin başlamasına ve çoğalmasına vesile olacak. Onun hizmetleri ve talebeleri dünyanın her ülkesini saracak, insanların hidayetine vesile olup, milyonlarca belkide milyarlarca insanlar Mehdi Aleyhisselam ve talebeleri vesilesiyle İslam dini ile müşerref olacak ve İslam dini daha önce hiç olmadığı kadar yeryüzünde hakim olacak.
Onun davasına ve hizmetlerine bilerek yada bilmeyerek katkıda bulunup yardımcı olanlar, bi-iznillah hidayete ve kurtuluşa erecekler. Engel olmak isteyip zorluk çıkaranlar ise dalâlete erip hüsrana uğrayacaklar.
     Mehdi Aleyhisselam'ın hizmetleri tüm dünyaya şamil olup, İslam dini yeryüzünde hakim olduktan sonra, insanlar ancak o zaman onun Mehdi olduğunu anlayacaklar.
Yoksa birçok kişinin zannettiği üzere, Mehdi Aleyhisselam elinde sihirli bir sopayla gelip, "ben mehdiyim" deyip inananları yanına alıp inanmayanları o sopayla imha edecek değil.
Hz Allah bizlere ve tüm Müslümanlara, Hakkı hak olarak gösterip hakka tabi olmayı, batılı batıl olarak gösterip batıldan kaçınmayı cümlemize nasip etsin.
Hz Allah cümlemizi Deccal'in şerrinden muhafaza eyleyip Mehdi aleyhisselam'a inanarak ve ihlas ile tabi olan kullarından eylesin. ÂMİN.


   




























TÜRKİYEMİZİ TANIMAK İÇİN İLLERİ TIKLAYINIZ, GEZİNİZ,BİLGİLENİNİZ
 
  Bugün 25 ziyaretçi (37 klik) kişi burdaydı! Tüm Hakları saklıdır  
 
ACILAR PAYLAŞILDIKÇA AZALIR....MUTLULUKLAR DA PAYLAŞILDIKÇA ÇOĞALIR... Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol