ANKARA-ÇAMLIDERE-İNCEÖZ KÖYÜ
   
  Ankara-Çamlıdere-İnceöz Köyü-Koca Harman
  25-KÖYÜMÜZDEN MASALLAR
 



 
                BİR AKŞAM SOKAĞI (Akşam Misafirliği)          
   İnceöz'ün kışı da pek güzel olur. Havalar soğur, ortalık buz
tutar ama, sıcak sohbetler, tatlı muhabbetler bu soğuğu unutturur. Akşam sokağa
gitmelerin tadınadoyulmaz. Sıcak sobalar yanar, kavurgalar kavrulur, sobanın üzerinde
çaylar demlenir.Tadına doyulmaz bu akşamların.Ortalık soğuyunca sobaya
odun atılır. Tadına doyulmazdı akşam gezmelerinin..
   Yine böyle bir akşamdı. Çok kar yağmıştı. Gündüz akşama kadar çocuklar
kızak kaymıştı. Bazı yerlerdeki buz parıl parıl parlıyordu. Bir metreye yakın kar
vardı. Sokak araları çiğnenmiş fakat kenarlardaki kar yığınlarının üzerinde
iz yoktu. Bazı yerlerde dedi, köpek, ve tavuk izleri güzel
bir görüntü veriyordu. Ama buz gibi ayaz vardı.Ay ışığından ve kar beyazlığından
ortalık gündüz günü gibiydi. Yürürken ağzımızdan çıkan nefesimiz
sigara içer gibi bir görüntü veriyordu. Kış geceleri uzundu. Şimdiki gibi radyo,
tv gibi eğlenceler yoktu. Akşam oturmaları, sohbetler, muhabbetler, masal anlatmaları,
bilmece sorma vardı. Annelerimiz, hemen hemen her akşam
hamur yoğurur, birşeyler pişirirdi.Kimyevi gübresiz olan o zamanın unlarından
yapılan ekmek veçörekler mis gibi kokardı.Yine böyle bir akşamdı.İşler birmişti.
Sığırlar sulanmış, afurlarına zahraları verilmişti.Tavuklar yemlenmiş,
dama tünetilmişti. Kışın kümesler çok soğuk olduğundan ve tiki
korkusundan tavuklar dama tünetilirdi. Köpeklerin yalı verilmişti. Odunlar
yarılmış, çekilmiş ocakbaşına yığılmıştı. Karakuyudan içme ve kullanma suları
getirilmiş, kaplar donupta yarılmasın diye sular soba yanan odaya konmuştu.
Soba kazanında ve ocakbaşındasıcak küle sürülmüş ibrikte devamlı sıcak su
bulunurdu. O zamanın şofben ve termosifonları bunlardı. Köyde işler bitince
herkeste bir mutluluk olurdu. Ebemiz, dedemiz tekmil alırdı.
Tavukları koydunuz mu? Köpeğe yal verdiniz mi? Odunu çektiniz mi ?
diye.. İşler tamam ve büyüklerin istediği gibi olduysa , ayrı bir huzurla
oturulurdu akşam yemeğine. İşler tutulmuş ve iştahla sofraya otumuştuk.
Mis gibi tarhana karavanasının buharı tütüyordu.
Gakırdak kıyımaları bu güzelim çorbada yüzüyordu. İştahla tarhaalar içildi.
Arkasından soğanlı,tereyağlı muhlama geldi. Mübareğin kokusu doyuruyordu
insanı. Muhlamadan sonra güzelim yoğurt yendi. Üzerine pemez banıldı.
Pekmezin bir sahanı hemen bitti. Küpten bir sahan pekmez
daha kondu. Neredeyse o sahan da bitti. Elhamdülillah dendi. Yemek duası
yapıldı. Allahımıza şükürler edilerek sofradan kalkıldı. Ebem rahmetli,
"herkes ellerini, ağzını yıkasın" dedi. Yoksa
bet bereket olmaz haa.. diye uyardı.Herkes ellerini, ağzını, dişlerini yıkadı.
Sobanın etrafına, kaba minderlere oturuldu. Sıcakta tatlı bir rehavet
çöktü.Anamla ebem, " bebeler haydi Eresüllere gideceğiz oturmaya" dedi.
Sevinçten uça yazdık. Hemen toplandık. Hazırlandık, kocaharmana
çıktık. Hava buz gibiydi.Karların üstünde gıcırdaya gıcırdaya yürümek pek hoştu.
Resüllerin evin önüne geldik. Merdiveni çıktık. Kapı kilitli değildi.
İçeriden bir gürültü, bir hareket, geldiğimizi bile duymadılar. Anam rahmetli içeri
girince Resül dayının hanımı Kezban nene pek sevindi. Anama,
yüzünde güller açarak, "gı elti hoşgeldin, ne eyi eddiniz gı" dedi. Pek sevindi.
Ekmek pişiriyordu amayine kalktı, anamla iki üç kere kucaklaştı. Sanki yıllardır
birbirini görmemiş gibi.Sonra oturdu ekmek pişirmeye devam etti. Anam da yanına
oturdu. Dört şişli çorabını örmeye ve Kezban Nene ile
sohbet etmeye başladı. Bazen onların sohbetlerini dinler ve aralarındakı samimiyet ve
tatlılığa hayran hayran bakardık. Ayşe abla ve rahmetli Emine abla bize oyun kurardı.
Kemal, Alirıza, zülfüye ve biz onların yönetiminde oynardık. Bazen de beraber dersler
yapılırdı. Biz oyuna dalınca analarımız da ekmeğin ardından bannak, külçöreği, halka,
söbe pişirirlerdi. Bunlardan bize ikram ederlerdi.Bannak ve söbe nin yanında çay, ayran,
hoşaf ve pestil ezmesi gibi katıklar olurdu.Halen unutamadığımız
bir lezzet ve tad ile bunları yerdik. Kendi kendimize yeni oyunlar kurardık. Yaptığımız işten
çabuk bıkar başka başka işler yapmak ve başka oyunlar oynamak isterdik. annelerimiz
bazen pencereden dışarı bakar, " Ahmetlerin Hasan gilin, Topal Güssünün , Yeşillerin,
Mustafa Kemal Dayı gilin ışıkları var derlerdi. Ara sıra dışarı bakar ve ışıkları kontrol
ederlerdi.Işıklar azalınca vaktin ilerlediği bilinirdi.Eskiden saat filan her evde yoktu.
Bazı kişilerde kol saatı, ihtiyarlarda da köstekli saat bulunurdu.
Resül dayı rahmetli ile ebem ayrı bir sohbet ederdi. Eskilerden konuşurlardı.
   Ebem rahmetli kalktı. Pencerenin buharını sildi. Dışarıları gözledi. "Gı goca
gelin, kimsenin ışığı kalmamış  gı "dedi.Hatıp Osmanı bizi eve komaz. 
Galkın gaylı gidelimin, dedi. Evimizde olsaydık şimdiye uykuyu kandırmıştık.
Fakat oturmada hiç uykumuz gelmedi.
Kalktık, ders araçlarını ve annem gil çorap şişi ve iplerini topladı. Evden çıkınca
hava buz gibi geldi. Her taraf "püsküllü ayaz" olmuştu. Eve geldiğimizde herkes
yatmıştı.Rahmetli dedem palalarımızı yapmıştı. Ev halen sıcaktı. Sıcak palalarımıza
gidrik. Dualarımızı okuduk. Deliksiz bir uykuy daldık.

 
KÖYÜMÜZDE ANLATILAN MASALLAR
Eskiden uzun kış geceleri komşu ziyaretlerinde masallar anlatılır, bilmeceler
sorulur,
bazı oyunlar oynanırdı. Anlatılan masallar; Karakeçi,Tömtöm Böceği ve Sıçan
Süllübey, Ayı Mahmut Ağladı,Köroğlu Destanları, Battal Gazi Destanları,
Kırat ve
Deliklitaş gibi masallar anlatılırdı.
   Köyümüzde bilhassa kış gecleri masallar anlatılırdı. Masal anlatırken sıcak
soba yanar, mısırlar patlatılır,kavurgalar kavurulurdu. Bazen ocakbaşında yapılan
tava çöreği, bannak, külçe ve halkalar, söbeler yenirdi. Mis gibi ayranlar , hoşaflar
içilirdi. Köylü hep birbirini tanıdığı, akraba ve komşu oldukları için sevgi saygı ve
muhabbet çok üst seviyde olurdu.Kıt imkanlarla da olsa misafirler ikramsız
çevrilmezdi. Eskilerde mahrumiyet vardı, elektrik yoktu ama insanlık vardı, taa
kalplerdn gelen samimiyet ve insanlık vardı.
 
Para saklama, fincan oyunu,ya şunda ya şunda keçe külah başınd gibi oyunlar
oynanırdı..

 
EKİN YIKAMA-BULGUR KAYNATMA-DEĞİRMENE GİTME
Harmandan kalkılınca ekinler çuvallar içinde evin hanayına yığılırdı.Ağızları
güzelce bağlanır birkaç gün harman yorgunluğu giderilirdi.Çuvallar öylecekalır
,çocuklar üzerine çıkar oynardı.Çuvallanmış buğdayların ayrı bir kokusu olurdu.
Havalar soğumaya başlardı.
Ekinlerden yapılan temel gıda maddeleri ve kış hazırlıkları için telaş başlardı.
Akarsu kenarlarında ekinler yıkanırdı.Yıkanan ekinler mendil denen örtüler
üzerine
serilirdi,kurutulurdu.Ekinler yıkanırken bulgurda kaynatılırdı.Bulgur kaynatanın
komşulara bulgur ikram etmesi adettendi.Yeni pişmiş bulgurlar mis gibi kokar ve
severek yenirdi.Kaynatılan bulgur kurutulup e değirmenlerinde öğütülüp pilavlık
bulgur
olurdu.Kışlık tarhana,göce,nişasta,turşu,pekmez,kavurma,gakırdak,hoşaf,fasulye-
biber-patlıcan kuruları...hazırlanırdı.Şimdi her gıda satın alınıyor. Tamamen
tüketici
duruma düştük. Eskiden üretici bir köydük.Köyümüz eski potansiyelinden birşey
kaybetmiş değil.
KURT AĞZI BAĞLAMA
Eskiden köyümüzde hayvancılık çok meşhurdu.Herkesin mutlaka az çok davarı sığırı
olurdu.Buna paralel olarak çok ta kurt olurdu.Kurtlar bazı akşamlar köye kadar iner,
ağıllara ve ahırlara kadar girerdi.
Kurtlar davar,sığır ve murdar hayvanlara çok zarar verirdi.Kurtlardan korunmak için
çeşitli önlemler alınırdı.
Dağdan gelmemiş,bulunamamış hayvanlar için en önemli önlem kurt ağzı bağlamaktı.
Kapatılmış bir çakı bıçağı açılır,bazı dualar okunarak yumulur,kapatılırdı.Böylece
bazı
mevkilerdeki kurtların ağzı kapatılmış, bağlanmış olurdu.Hayvan bulununcaya kadar
çakı
bıçağı kapalı tutulurdu. Kurtların kayıp hayvanı görse dahi ısıramayacağına inanılırdı
. Kayıp
hayvan bulununca çakı hemen açılırdı. Kurtların açlıktan ölmemesi ve onlara zulüm
işkence
olmaması için.Böylece kurdun ağzı açılmış normal beslenmesine devam etmiş olurdu.





















  Ey Allahım,                                                         
Anne ve babamız bize bir sığınaktı. Her ihtiyacımızı
görür,yedirir, içirir,bakarlardı. Düşünce, “anam” derdik.
İhtiyaçlarımızı “babamıza”
arz ederdik. Şimdi ise onlar yok. Bir zamanlar güçlü
kuvvetliydik.
Kendimizi ,yerleri delip, dağları yıkacak gibi güçlü
hissederdik. Yaşlandıkça, hastalıklar karşısında
çaresizliğimizi
görünce, acizliğimizi anladık. Eskiden
akrabalık bağlarımız kuvvetli idi. Akrabalık
bağlarımız zayıfladı.
Akraba, akrabadan kaçar oldu. Selam verse
de menfaat için
selam verir oldu. Peygamberlerin, şerrinden
Allah’a sığındığı
“deccaller “ geldi de dini islamı
talan etti. Küfür azdı. Küfür çarkı arasında
eziliyoruz. Dinimiz,
ahlakımız, maneviyatımız, insani, ibadet ve
akrabalık duygularımız
yok oluyor. Bizler bu
acıklı hallerimizi göremiyoruz. Kendimize
gelecek taakatimiz
kalmamış.
Gözlerimiz kör, kulaklarımız sağır, dini ve
manevi hislerimiz
yok olmuş.
İbadeti şahsiyemizi(Şahsi ibadetlerimizi,
namaz, oruç gibi),
ibadeti ictimaiyemizi(zekat ve sadaka gibi),
ve ibadeti 
diniye ve milliyemizi (vatana hizmet,korumak,
birlik ve
beraberliğimize hizmet gibi)yerine getiremez
olmuşuz. Alemlere rehber gönderdiğin habibin
hürmetine
bizi dirilt.
Dünya ve ahret rüsvaylığından himaye buyur.
Dünyadan
imansız göçmekten muhafaza buyur. Sen
bütün noksanlıklardanmünezzehsin. Bize fani
hayatımızı ve akıl nimetini sen lutfettin.
Dini nasibimizi çoğalt.
Zatından gayriye muhtaç etme.İbadetinden
mahrum olan nasipsizlerden etme.


       TAKVÂ HASSÂSİYETİ NASIL ELDE EDİLİR?

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:
“Bu fakir kul, fâsık bir mü’min gördüğümde, mutlakâ onun benden
daha iyi olduğuna inanırım.
Çünkü onun îmânı sâbit, günahı ise benden gizlidir. Benim nefsimin
kötülükleri ise bana âşikârdır.
Son nefes(te kimin kurtulacağı) meçhuldür. Nice fâsık ve fâcir var ki,
kâmil velîlerden olmuştur.
Nice verâ sahibi sâlih kişiler de vardır ki, aşağıların en aşağısına
düşmüşlerdir.”[1]
DİN KARDEŞİMİZİ NASIL UYARMALIYIZ?
Bir müʼminin, hatâ ve kusurlarını gördüğü din kardeşini, tenhâ bir
yerde, münâsip bir dil ve üslûb
ile îkaz etmesi; kardeşlik hukukunun bir gereğidir. Fakat böyle bir
gayrette bulunmadan, hatâ ve
kusurları sebebiyle bir din kardeşini hemen kınayıp küçük görmek,
dolaylı yoldan kendini büyük
görmeye, yani kibre yol açar. İbâdullâhı istihkār, yani Allâhʼın
kullarını hakir görmek ise, en büyük
günahlardan biridir. Nitekim âyet-i kerîmede:
“İnsanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden
herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)
buyrulmaktadır.
BAŞKALARINI KÜÇÜK GÖRMEKTEN SAKINMALIYIZ
Bu sebeple müʼmin, başkalarını küçük görmekten titizlikle sakınmalı,
âdeta dikkatli ve hassas
bir memur gibi, kalbinin kapısında bekçilik edip o kapıdan içeriye,
gurur, kibir ve enâniyetin
kırıntısını bile sokmamaya gayret etmelidir. Derin bir tefekkür ve
murâkabe ile her an gönlünü
yoklayıp kendi hatâ ve kusurlarının ıslâhı ile meşgul olmalıdır.
Bu hassasiyetten uzaklaşan insan; en mühim kulluk edebi olan
“tevâzû” ve “mahviyet”i kaybeder.
“Korku” ve “ümit” duyguları arasında titremesi gereken kalbine,
gaflet ve rehâvet perdeleri iner.
Fâsıkların hâline bakıp kendisini üstün görmeye, yaptığı azıcık
amelini ebedî kurtuluşu için kâfî
zannetmeye başlar.


SON NEFESE KADAR İMTİHANLAR DEVAM EDİYOR
Hâlbuki son nefese kadar her insanın imtihanı devam etmektedir.
Kimin sırât-ı müstakîm
üzere sâbit kadem kalıp kimin ayağının kayacağı, yani son nefeste
kimin kurtulanlardan
olacağı belli değildir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, Kurʼân-ı Kerîmʼde, Firavunʼun sihirbazları
misâlinde olduğu gibi,
ömrünün büyük kısmını dalâlet girdaplarında tüketip son anda
hidâyetle şereflenerek sâhil-i
selâmete çıkanları bildirmektedir.
Yine bunun zıddına, önceleri sâlih bir yaşantısı varken, son demlerinde
Allâhʼın lûtfettiği imkânları
nefsine izâfe ederek gurur ve kibrinin kulu-kölesi, hevâ ve hevesinin
putperesti olan Belʼam bin
Bâûrâların, Kârunların hazin âkıbetini haber vermektedir.
Hadîs-i şerîfte de, önceleri “mescid kuşu” diye anılan Sâlebeʼnin, dünyalık
hırsına kapılınca nasıl
gözünün döndüğü, neticede büyük bir hüsrana dûçâr olduğu, bir ibret
levhası hâlinde tasvir
edilmektedir.[2]
HAK DOSTLARINDAKİ SON NEFES ENDİŞESİ
Şu hâdise, Hak dostlarının gönüllerindeki son nefes endişesinin,
kendilerini nasıl bir tevâzû ve
hiçlik iklimine sevk ettiğinin bâriz bir misâlidir:
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, Yemen çöllerinde gezerken bir
av köpeği görmüş. Bakmış ki
dişleri dökülmüş, pençesinde kuvvet kalmamış, miskinleşmiş,
kocamış bir tilkiye dönmüş.
Vaktiyle yaban öküzlerine, geyiklere meydan okuyup onları avlarken;
şimdi ev koyunlarından
tos yemeye başlamış.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, o köpeği öyle zavallı, bitkin ve hâlsiz
görünce, kendi azığından
ona bir parça vermiş. Ve bu köpeğe karşı hüzünle şu sözleri söylemiş:
“‒Ey köpek! Bilmem ki yarına ikimizden hangimiz daha iyi çıkacak?
Zâhire bakılırsa bugün
insan olduğum için ben senden iyiyim. Fakat bilmem ki, kazâ ve
kader başıma ne getirecek!
Eğer îmânımın ayağı kaymazsa, başıma Cenâb-ı Hakk’ın affı
tâcını giyeceğim. Eğer üzerimdeki
mârifet kisvesi soyulacak olursa, senden çok aşağı olacağım.
Zira köpek ne kadar kötü huylu
olursa olsun, onu Cehennemʼe atmazlar…”
SON NEFESİMİZİ MÜSLÜMAN OLARAK VERME
GARANTİMİZ YOK
Dolayısıyla hiç kimse bugünkü iyi hâline bakıp kendini,
ebedî kurtuluşu garantilemiş olarak
görmemeli, son nefese kadar korku ve ümit duyguları içinde
Hakkʼa kulluğa devam etmelidir.
Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta
beli bükülmüştü. Sebebini
soranlara şöyle derdi:
“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı
esnâsında ona telkinde bulunduğum
hâlde bir türlü kelîme-i tevhîdi söyleyemedi. İşte bu hâli
görmek, benim belimi büktü.”[3]
İnsan, dünyevî bir diploma aldığında, o diploma, hayatı
boyunca geçerliliğini korur. Fakat
mânevî hayatta durum böyle değildir. Kazanılan hâl ve
makâmın, her an kaybedilme tehlikesi
vardır. Bu itibarla, son nefese kadar kalbî teyakkuz
hâlinde bulunmak zarûrîdir.
ZERRELERİN HESABI
Zira zerre hâdiseler vardır ki kulu büyük mükâfatlara nâil e
der; yine zerre hâdiseler vardır
ki büyük bir âzâba dûçâr eder.
Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, susuz kalmış bir
köpeğe su veren günahkâr bir
kadın, bu merhameti sebebiyle affedilerek Cennetlik olmuştur.
KÖPEĞE SU VEREN KADIN CENNETLİK OLDU
O günahkâr kul, susuzluktan diliyle nemli toprağı yalayan
köpeği görünce merhamete gelmiş,
hemen su kuyusuna inmiş, başka bir kap bulamadığı için

ayakkabısına su doldurmuş, onu
ağzına alarak yukarı çıkarmış ve Allâhʼın o susuz mahlûkunu,
hiçbir dünyevî menfaati olmadığı
hâlde, sırf rızâ-yı ilâhî için sulamıştır. Bir köpeğe olan bu
merhameti sebebiyle de, Cenâb-ı
Hakkʼın af ve rızâsına nâil olmuştur. [4]
Demek ki rahmeti gazabını geçmiş olan ve kullarını affetmek
için sayısız vesîleler halkeden
Cenâb-ı Hak, o köpeği de, o günahkâr kulunun kurtuluşu
için bir imtihan olarak karşısına
çıkarmıştır. O zamana kadar belki pek çok imtihanı kaybetmiş
olan kul da, bu imtihan suâline
doğru cevabı vererek ebedî kurtuluşa nâil olmuştur.
KEDİSİNE ZULMEDEN KADIN CEHENNEMLİK OLDU
Buna mukâbil, yine hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, kedisinin
açlığına aldırış etmeyip onun
ölümüne sebep olan bir kadın da bu merhametsizliğinden ötürü
Cehennemlik olmuştur. [5]
Yani bu kadın da, o kedinin ilâhî bir imtihan vesîlesi olarak
kendisine emânet edildiğini idrâk
edememiş, ona Hâlıkʼın şefkat nazarıyla bakamamış, bu gafleti
ve merhametsizliği sebebiyle
gazab-ı ilâhîye dûçâr olmuştur.
Şu hâdise de ne kadar ibretlidir:
İstanbul Aksaray’daki Vâlide Câmii’ni yaptırmış olan Pertevniyâl
Vâlide Sultan vefât
ettiğinde, sâlih bir kimse onu rüyâsında güzel bir makamda
görür ve sorar:
“–Yaptırdığın câmi dolayısıyla mı Allah seni bu makâma yükseltti?”
Pertevniyâl Vâlide Sultan:
“–Hayır.” der.
O sâlih zât şaşırarak:
“–O hâlde hangi amelinle bu mertebeye nâil oldun?” diye sorar.
Vâlide Sultan şu ibretli cevâbı verir:
“–Çok yağmurlu bir gündü. Eyüb Sultan Câmii’ne ziyarete
gidiyorduk. Kaldırımın kenarında
oluşan su birikintisi içinde cılız bir kedi yavrusunun çırpındığını
gördüm. Faytonu durdurdum;
yanımdaki bacıya:
«–Git de, şu kediciği alıver; yoksa zavallı yavru boğulacak!..» dedim.
Bacı ise:
«–Aman Sultânım! Senin de benim de üstümüz kirlenir.» deyip
yavruyu getirmek istemedi.
Bunun üzerine arabadan kendim inip çamurun içine girdim ve
o kedi yavrusunu kurtardım.
Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım.
Çok geçmeden zavallıcık
canlanıverdi. Allah Teâlâ, o kediye olan bu küçük hizmet ve
merhametimden dolayı, bana
bu yüce makâmı ihsân eyledi.”
HER HÂLİMİZE DİKKAT ETMELİYİZ
Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu da kahrı da bâzen büyük,
bâzen vasat, bâzen küçük gibi
görülen imtihanlarda tecellî edebilir. Onun için insan, hiçbir
sevabı da günahı da önemsiz
görmemeli, farkında olmadan “zulüm ehli” oluvermekten çok
korkmalı, her hâlini bu
hakîkatlerle mîzân etmelidir.
Yine müʼmin, bu hâdiselerde olduğu gibi, Hâlıkʼın şefkat
nazarıyla mahlûkâta bakış
tarzı kazanmalıdır. Merhamete muhtaç insanlara infâk ile
mükellef olduğu gibi, kapısına
gelmiş olan kedi-köpekten bile mesʼûl bulunduğunu unutmamalıdır.
Şu hâdise, bu hakîkatin ne kadar ibretli bir misâlidir:
MARİFETULLAH TAHSİLİNE MUHTACIZ
Sahâbe-i kirâmdan Abdullah bin Câfer –radıyallâhu anh–
bir seyahat esnâsında,
bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir
köle idi. Köleye üç adet
ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle,
ekmeklerden birini ona attı.
Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi.
Üçüncüyü attı. Onu da yedi.
Bunun üzerine Abdullah bin Câfer –radıyallâhu anh–
ile köle arasında şöyle bir
konuşma geçti:
“–Senin ücretin nedir?”
“–İşte gördüğünüz üç ekmek.”
“–Niçin hepsini köpeğe verdin?”
“–Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan
gelmiş olmalı. Aç kalmasına
gönlüm râzı olmadı.”
“–Peki bugün sen ne yiyeceksin?”
“–Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç
mahlûkuna devrettim.”
Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah bin
Câfer –radıyallâhu anh-:
“–Sübhânallah! Bir de benim çok cömert olduğumu
söylerler. Hâlbuki bu köle benden
daha cömertmiş!” buyurdu.
Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı.
Köleyi âzâd edip, hurmalığı
ona bağışladı.[6]
Düşünmek gerekir ki; bedenen bir köle, fakat rûhen bir
mânâ sultanı olan o zât,
kimden, nerede ve hangi tahsili almıştı? Bugünkü
ifadesiyle, hangi fakültede doktora
yapmıştı? Bu rûhî olgunluk, hangi eğitim sisteminin
mahsûlüydü?..
Demek ki dünyevî olarak hangi tahsili yapmış olursak
olalım, her zaman muhtaç
olduğumuz asıl tahsil, “mârifetullah” tahsilidir. Yani
Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilmek…
TAKVÂ HASSÂSİYETİ NASIL ELDE EDİLİR?
Eğer kul, Rabbini tanıyabilirse, Cenâb-ı Hak onun kalbine
çok ayrı bir derinlik, yüksek
bir ufuk ihsân eder. Hakkı bâtıldan, hayrı şerden, doğruyu
yanlıştan ayırt edebilecek bir
“takvâ” hassâsiyeti lûtfeder. İnsan nasıl ateşten kaçarsa, o
şekilde şerlerden kaçınma ve
hayırlara koşma meziyetini, Cenâb-ı Hak, kulunun kalbine
ilham ve ihsân eder. Nitekim
âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey îmân edenler! Eğer Allahʼtan korkarsanız O, size
iyi ile kötüyü ayırt edecek bir
anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü
Allah büyük lûtuf sahibidir.”
(el-Enfâl, 29)
Cenâb-ı Hak, hislerimizi kendi rızâsıyla te’lif buyursun.
Kalplerimize takvâ hassâsiyeti
ihsân eylesin. Müslüman olarak yaşayıp müslüman olarak
can verebilmeyi cümlemize
nasip ve müyesser kılsın.
Âmîn!..
 
  Bugün 74 ziyaretçi (179 klik) kişi burdaydı! Tüm Hakları saklıdır  
 
ACILAR PAYLAŞILDIKÇA AZALIR....MUTLULUKLAR DA PAYLAŞILDIKÇA ÇOĞALIR... Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol